Gençlik yıllarım… Bir Cumartesi günüydü. Memleketim Gerede’de yaz tatilindeydim. Öğle namazı için Yıldırım Bayezid Camii’ne girmiştim. Ezana 3-5 dakika vardı. Camide bir hoca vaaz ediyordu. Sanırım Kureyş Suresi’ni açıklıyordu. Kendine has bir aksanı ve anlatış tarzı vardı. Daha önemlisi anlattıklarıydı. O güne kadar dinlediğim vaazlarda kıssalar, menkıbeler dinlemeye alışkındım. Bu hoca ise işin tam kalbine nüfuz ediyordu. Kim acaba diye düşünürken aklıma adını daha önce 3-5 kez duyduğum Ekrem Hoca geldi. Sanırım bu hoca, o olmalıydı.
Ekrem Hocaefendi’yi tanımam böyle oldu. Sonra nasıl oldu hatırlamıyorum, hocamızla teşrik-i mesaimiz ilerledi. Yaşadığı komşu ilçe Yeniçağa’ya sık sık sohbetlerine ve ziyaretlerine gider oldum. Birkaç kez Ramazanlarda iftar soframızı şereflendirdi. Biz gittiğimizde de çayını, çorbasını ikram etmeden bırakmazdı. Hocamız gerçekten ikramı severdi. Gelen, uğrayan çok sayıdaki misafirine ikramdan mutluluk duyardı. Yeniçağa ilçesi İstanbul-Ankara yolu üzerinde ulaşımı kolay bir yerleşim yeri olduğundan misafiri hiç eksik olmazdı. Uğrayan herkesle ilgilenir, derdini dinler ağırlardı. Özellikle siyasiler, seçimlerde aday olmak isteyenler, adaylar, belli makamlara tayin isteyenler kapısını çalardı. Halini hatırını sormak, duasını almak isteyen samimi zâtlar da hocamıza uğramadan geçmezdi. Necmettin Erbakan hocamız, Recep Tayyip Bey, Oğuzhan Asiltürk, Korkut Özal, Şevket Kazan v.b gibi muhterem zâtların da geçerken mutlaka uğradıklarını biliyorum.
Fakat ne yazık ki; makam-mevki taliplilerinden bazılarının hocamızın iyi niyetini istismar ettiklerini daha sonra duyardık. Hocamızın asıl ihtisas sahası Hadis ilmiydi. Hafızası çok kuvvetliydi. Çok sayıda hadisi ezbere bilirdi. Derin ilim sahibi mahalli hocalarımızdan, büyük zâtlardan ders alarak kendini yetiştirmişti. Gerede’deki öğrencilik dönemlerinde aynı zamanda ilçe esnafının yanında çalışarak geçimini sağlarmış. Çok zor şartlarda bir ilim öğrenme macerası yaşadığını duymuştum. İmamlık göreviyle geldiğinde, Yeniçağa’daki Kur’an Kursu’nu, geliştirerek hafızlık kurumu yanında bir ilim merkezi haline getirmeye başladı. Kısa zamanda Yeniçağa, özellikle yaz tatillerinde Türkiye’nin pek çok yerinden gelen öğrencilerin, ilâhiyatçıların dinî ilimlerde ihtisas yaptığı bir merkez haline dönüştü. Fakat hocamız şeker hastalığına yakalandı ve bozulan sağlığı, hizmetlerini engellemeye başladı. Aynı zamanda; Bülent Ecevit’in Gerede olaylarında haksız bir şekilde kısa süreli de olsa hapse girdi, DGM’de yargılandı. Haksızlığa uğradığı anlaşıldı ve tahliye edildi. Siyasi saiklerle birkaç kez tayini çıktı. Her ortamda olduğu gibi, hocanın çevresinde de hasetçiler, çekemeyenler ve kıskançlar hiç eksik olmadı. Vefasızlıklarla karşılaştı. Siyasi ve dini görüşleri, kendisine düşman bir grup da oluşturmuştu. Bütün bu olumsuzluklar birleşince en verimli olabilecek çağında vefat etti.
Hocamızın vefatı her aklıma gelişte şunları düşünürüm:
1. Çaplı ilim adamları, mutlaka büyük şehirlere yerleşmeli, yerleştirilmeli; geniş bir cemaate ve kitleye hitap etme imkânı sağlanmalıdır. Böylece taşranın kısır, verimsiz, kıyıcı ortamından kurtarılmalıdır. Hocamız bir İstanbul’da, Ankara’da veya hiç olmazsa bir il merkezinde yaşasaydı mutlaka çok daha faydalı olurdu. Pek çok eser verebilir, pek çok ilim adamı yetiştirirdi. Ekrem Hocaefendi’ye sağlığında Korkut Özal beyin İstanbul’a taşınma teklifinde bulunduğu fakat hocamızın bunu kabul etmediğini duymuştum. Keşke kabul etseydi.
2. Alimler, hizmetlerini ilmî sahalara yöneltmelidir. Alimlerimizi rahat bırakmalı, onları günlük siyasetin faydasız çekişmeleri içine çekmenin hocalarımızın ilmî çalışmalarını engellediğinin farkında olmalıyız. Bırakın milletvekili, belediye başkanı olmayı, belediye meclis üyeliğini bile aklına koyanlar hocanın yanında soluğu alırlar, onun yakınlığından faydalanmaya çalışırlardı. Bu durum ilmî çalışmalarının aksamasına yol açardı.
3. Dinî görüş farklılıklarını büyütmekten kaçınmalıyız. Hatırlıyorum 70’li yıllarda Muslümanlar arasında bir Cuma namazı meselesi vardı. İstanbul’da Sadrettin Yüksel hoca efendinin başını çektiği bir grup, Türkiye’de Cuma namazının kılınmayacağını ileri sürüyordu. Yine Yüksek İslam Enstitülerindeki bazı öğretim üyeleri zuhr-u âhir namazının olmadığını söylüyordu. Bu konular, özellikle öğrencileri tarafından, abartılı bir şekilde hocamıza aktarıldığında hocamız sinirleniyor, aşırı tepki gösteriyor, bu da dengesini ve sağlığını daha da bozuyordu. Oysa bu konuları abartmaktan çok belki es geçmek daha uygun olurdu.
Ve bir teklif: Hocamızın eserleri gözden geçirilip profesyonel bir anlayışla bir külliyat halinde yeniden basılmalıdır. Hayatı önce bir kitap halinde yayımlanmalı ve sonra mümkünse bir belgeseli hazırlanmalıdır.
Kendisini rahmet ve özlemle anıyorum. Ruhu için el-Fatiha.
(Yazarın “Bir Nebze Değindim” adlı kitabından alınmıştır.)