1. Haberler
  2. Genel
  3. İslam Aleminin acı kaybı! Menzil şeyhi Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni vefat etti

İslam Aleminin acı kaybı! Menzil şeyhi Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni vefat etti

featured

Adıyaman Menzil’de bulunan Menzil Şeyhi Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni bir süredir sağlık sorunları yaşıyordu.

Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hazretleri, tedavi gördüğü hastanede saat 14.00 sularında 74 yaşında vefat etti.

Seyyid Abdülbaki El-Hüseyni Hazretleri kimdir?

Menzil Şeyhi Gavsı Sani Sultan Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni 02.05.1949 yılında dünyaya geldi.

Peygamber soyundan gelen aile, Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın Kasr-ı Arifan’da başlattığı irşadın ikincisini her türlü çileye rağmen, devam ettirmektedirler.

Bu yüzden Menzil’e Seyda Muhammed Raşit (k.s.) dönemine ikinci Buhara demiştir. Seyda Hazretleri (k.s.), Peygamber soyundan gelen Evlad-ı Resuldür. Dahası soy ağacı bakımdan Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) 30’ncu göbekten torunudurlar. Bu yüzden ehl-i beyt neslinden olmanın şuuruyla hayatını tanzim eden büyük bir zattı.

Gerek Gavs Abdülhakim Elhüseyni (k.s) gerek Seyda Muhamed Raşit ve gerekse Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hazretlerini ömrünü İslam yoluna adamışlardır.

Rıza-ı Bari hayatlarının parçası olmuş ve bu uğurda diyar diyar gezmişler ve bu uzun yürüyüşten sonra, Menzil en son durakları olmuştur.

(Haber Merkezi)

2
mutlu
Mutlu
1
_zg_n
Üzgün
0
sinirli
Sinirli
0
_a_rm_
Şaşırmış
1
vir_sl_
Virüslü
İslam Aleminin acı kaybı! Menzil şeyhi Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni vefat etti
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum

  1. 29 Haziran 2024, 15:29

    GAVS-I SÂNĺ SEYYİD ABDULBAKİ EL-HÜSEYNİ
    SELİM GÜRBÜZER
    Resulüllah (s.a.v)’den başlayan bu kutlu yolun, Medine’den Buhara’ya uzanan son halkada yerini alan Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin bu makalede hayat öyküsünden bir kısım hatıraları hakkıyle anlatmanın imkânsız olduğunun idrakiyle, karınca kararınca ortaya ne koyabilirsek, o nisbette de manevi tasarruf ve şemsiyelerinin altında istifade edebileceğime inancım tamdır. İşte bu düşünceler eşliğinde bu makaleyi Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin ahirete intikalinden tam 30 yıl öncesinde Gündüz Gazetesinde hayatta iken yazıp yayınlamıştık zaten.
    Bizatihi o yıllarda Seyda Hz.lerinin vefatının ardından evlatlarıyla yaptığım istişareler neticesinde şimdiye kadar Sultan Seyda Muhammed Raşid (k.s) hakkında gazetelerde, görsel ve yazılı medyada ne yazılmış, ne söylenmiş ve her ne varsa hepsini bir bütün olarak derleyip, toparlayarak bir kitap haline gelmesini tavsiye etmişlerdir. Biz de âcizane tavsiyelerini görev telakki edip hele şükür 30 yıl sonra Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin vefatından 5 ay öncesinde yayınlanan Medine’den Buhara’ya adlı eseri okuyucuyla buluşturmak en nihayetinde nasip olabildi. Bu arada unutmayalım ki kendileriyle bu hususta birkaç kez görüştüğüm Seyyid Taceddin Erol’ün de kitabın hazırlanmasında katkıları ve ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten Seyda Hz.lerinin anısına kaynağında yaptığım röportajlarda gerekli ortamı hazırlayıp divanda Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin huzuruna çıkmama vesile olmuşlardır. Derken Gavs-ı Sani Hz.leriyle divanda yaptığım görüşmem neticesinde O’nun izni doğrultusunda büyük evladını işaret ederek Muhammed Saki Hz.leriyle röportaj yapmak nasip oldu. İyiki de o röportajı yapmışız, bu sayede hem Seyda Hz.lerinin vefatının arkasında hatıralarını tazelemiş olduk hem de ardından irşad postuna oturan Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayatını öğrenmiş olduk. Öyle ya, bir mürşid-i kâmil kendinden bahsetmeyeceğine göre, evladı Seyyid Muhammed Saki Hz.lerine havale ederek böylece Gavsı Sani (k.s)’ın hayatını bu vesileyle öğrenip kaleme alma şerefine nail olduk.
    İşte Medine’den Buhara’ya uzanan manevi atmosferin son halkasında yer alan Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.leri hakkında yapılan röportajdan edindiğim bilgiler ışığında her ne kadar hayatını anlatmada hakkıyle ifa edemesem de yinede tarihe not düşmek babından 12 Temmuz 2023 Çarşamba günü hasta yattığı İstanbul Pendik Emsey Hastanesinde saat 14.10’da ahirete irtihal edip Menzilde babası Gavs- Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Hz.lerinin yanına defnedilerek Hakka yürüyen Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayat hikâyesi neymiş bir izleyip görmüş olalım:
    Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni (k.s)
    Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs-Bilvanisi Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil elbet. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği olarak gelişlerinde ki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki, hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında babaları Gavs-ı Bilvanisi Seyyid Abdulhakim El-Hüseyni Hz.leri burası için “İkinci Buhara“ demekten kendini alamaz da.
    Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır burası. Meğer köy köy, diyar diyar dolaşmak iş olsun babından sıradan bir göç değilmiş, bilakis Şahı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir bu. İyiki de Gavs-ı Blivanisi (k.s) buralardan; Oğulları Sultan Seyda (k.s) ve Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki (k.s) ile birlikte hicret etmişlerdir. Zira bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz. leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Hem nasıl dirilişe geçmiş olmasın ki, bikere bu hamurun mayasını çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulan bu hamurun kıvam haline gelme işi de başta babaları Gavs-ı Blivanisi Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etmiştir bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Baba Gavs (k.s) dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti Sultan Seyyid Muhammed Raşid Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz. lerinden sonra ise kardeşi Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulaki Hz.leri nöbeti devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde pazara kadar değil mezara kadar teslimiyet örneği sergilemiş tam manasıyla yar ve yardımcı yoldaşıdır. O‘nu bilenler bilir zaten. Hele O‘nu bilhassa eski sofilere bir sorun tâ Seyda Hz.leri zamanından beri iki büklüm bir vaziyette arkasından peşi sıra izini iz süren yükünü hafifleten can yoldaş ikili olduğunu söyleyeceklerdir. Öyle ki irşad halkasının her geçen gün büyümesiylye birlikte kalabalıktan dolayı meramını dile getiremeyenler ona koşuyorlardı. Çünkü Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden sofiler sıkıştıklarında hep ona müşkülünü sorarlardı. Allah var, O‘da sofileri hiç kırmayıp Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı hep. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu o esnada Seyda Hz.leri çıka geliverdi, değim yerindeyse o an tası tarağı toplayıp iki büklüm bir halde derhal adaba geçerdi. Öyle ki, o an gök çökse, yer yarılsa bile hiç islimini bozmayacak bir adap duruşuydu bu. Zaten biri çıkıp Seyyid Abdulbaki denince ilk akla ne gelir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofilerin vereceği cevap “Adabın kendisi zattır” olacaktır. Böylesi bir cevaba şaşmamakta gerekir. Zira Seyda Hz.lerinin döneminden beri sofiler O‘nu hep böyle gördüler, hep böyle bildiler. Değilmidir ki O‘nun tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu, Menzil’in İkinci Gavs’ı Sanisi olmasına ziyadesiyle yetip artmıştır bile. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek ansızın vuku bulmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çile diyebileceğimiz büyük bir gayretin ve çabanın neticesi bir mertebedir bu. Öyle ya, nasıl ki bülbül âşığı temsil ederken, gül de ister istemez mâşuku temsil edecektir. O halde bülbül gülün dikenine rağmen çileye razı olup aşkla bağlı kalır da Oğul Gavs bağlı kalmaz mı? Hem de üstelik “Allah için bu kapıda ne kadar çile çekilirse o kadar ecir alınır” halis niyetle yapılan bir bağlılıktır bu. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de Oğul Gavs-ı Sani (k.s) dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali O‘nun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaret taşıydı. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali daha da belirgin hale gelmesi bunun bariz bir göstergesiydi zaten. Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki, bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için göndermekten imtina etmeyecektir. Oğul Gavs gittiği yere sadece ilim tahsili için mi gider, bunun yanısıra tevbe vermek içinde gider elbet. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç yorulmak nedir bilmeksizin gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabiidir, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim, yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da, yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir. Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutukluluk hadisesinin ortasında bulur kendini. Tabii ki bu tutukluluk hali hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani sofilerin canını sıkıcak bir durumdu. Bu noktada sofiler çok endişeliydiler, bundan dolayı herkesi Baba Gavs (k.s) duyduğunda üzülecek endişesi sarar. Tabii, Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti Gavs’a haber vermeye cesaret edemez, sadece haberi dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
    Peki iyi hoşta, Dayı Sıtkı‘ya durum vaziyet bildirildiğinde ne oldu derseniz, bu durumda hiç kuşkusuz Gavs üzülecek diye haber vermemek doğru olmazdı, doğru olanda haber vermekti elbet. Madem öyle bundan sonrasınıda istersiniz gelin dayı Sıtkı‘nın anlatımından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz.lerinin anısı için gittiğim Gavs-ı Sani (k.s)‘ın oğlu Muhammed Seyyid Saki Hz.leriyle yaptığım röportajın ardından bir ara Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi kendisine sorduğumda ancak bu kısmı öğrenebilmiş oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını bana şöyle anlattılar:
    “Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince üzüleceğini sanmıştım, beklediğimin tam aksine bir baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
    -Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki? Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şahı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, Abdülbaki çekmiş çok mu, zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat yapmış oldu. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
    Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terk etmesinden rahatsızlık duyanlar, hemen 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmayacaktır, o da meseleyi huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısmıda hakikati gördüklerinde bu yola da girecektir. Tabi baktılar ki bu toy yaşta gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat bin misliyle daha da feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkasına katılmanın kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama yine de O, dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir. Çile bu yolun azıkıdır çünkü., pes etmek doğru olmazdı elbet. Başta da dedik ya, bu yolda ne kadar çile, o kadar ecir vardır.
    Öyle anlaşılıyor ki, Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.lerinin çocukluktan halifelik dönemine kadar olgunlaşmasında baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve pekçok medrese hocalarının yanısıra kardeşi Sultan Seyda Hz.lerinin de çok büyük emeği ve desteği sözkonusudur. Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle meyve verir ki kalemle, kitapla izah edilemeyecek derecede meyve verecektir. Seyda Hz.leri nasıl ki babası Gavs Hz.lerinin emrinde koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki (k.s)’de kardeşi Sultan Seyyid Seyda Hz.lerinin emrinde koşturup babalarının İkinci Buhara diye andığı Menzili Şerifin İkinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Sultan Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği o müthiş teslimiyetiyle birlikte Menzil-i Şerif artık kabına sığmaz bir çehreye bürünecektir.
    Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş. Ta ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri oğlunu tedavi için Ankara’ya gönderir, işte o gün bugündür heybet hali üzerinden hiç kalkmayıp tıpkı babası gibi üzerine heybet hali hakim olur. Hakeza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki (k.s)’e bakmaları kâfidir dersek maksadımız aşmış sayılmayız. Gerçekten de bu yüz benzerliğini, bugün olmuş halen hayatta yaşayan Gavs-ı Bilvanisi (k.s)‘in sofilerine sorduğmuzda onlarda tıpkı babasının bir kopyası olduğu şeklinde tarif etmekteler. Peki, sadece fiziki yüz benzerliği mi, elbette ki bunun yanısıra ahlaki benzerliğinden tutunda bir dizi yaşanmış çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de buna dahildir. Ne mutlu böylesi bir oğula ki babasının izini iz sürüp Sultan Seyda Hz.lerinin has bahçesinde olgunlaşaraktan en nihayetinde sofilerin hem yoldaşı, hem baştacı, hem de Oğul Gavs’ı Sanisi olur.
    Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında yol alarak, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Muhammed Raşid Hz.lerinin izini iz sürerek ilerlemeyi düstur edinip yol alacaktır. O’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir izini iz sürüyüşüdirki, önce babasının izini iz sürerken kendinden geçer, sonra da kardeşinin izini iz sürerken kendinden geçme hali iz sürmedir bu. Nasıl mı? Canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri vefat ettiğinde adeta şok haline girip markada kapandığında kendinden geçerek ilk hali tezahür eder. Dile kolay, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatta iken ona öylesine candan sıdk ile bağlıydı ki, bir anda onun yokluğu ona çok ağır gelecektir. Öyle bir şok haline girmektir ki bu, yıllardır dergah hizmetlerine beraber koştuğu kardeşi Sultan Seyda Hz.lerini o an unutacak derecede bir şok hali geçirmesine ziyadesiyle yetmiştir. Düşünsenize Seyda Hz.leri babasının vefatınınn akabinde irşada başlamış, hatta aradan yirmibir gün geçmiş, O halen şok halinden çıkıpda kardeşine biat edememişti. İşte kendinden geçme hali diyebileceğimiz bu şok hali Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebebiyet teşkil eder. Tabii Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde olmuş. Neyse ki, Sultan Seyda Hz.leri taziyelerin yirmi birinci gününde markad’a gidip Kur’an okuduğu esnada kardeşi de murakabe halde oradaymış zaten. İşte o an orada ne oluyorsa o oluyor ve kardeşine hitaben:
    “-Ya Abdulbaki otur…” der demez tevbe almasıyla beyat alması aynı anda vuku bulur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz. lerine üç sefer:
    “-Muhammed Raşid, kardeşin Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” beyan buyurması üzerine beyat ettiği de rivayet edilir. Böylece Sultan Seyda Hz.leri kardeşi Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki’ye hitaben “Otur” deyip emanet yerini bulunca artık o şok hali bir anda kendiliğinden kalkıvermiş olur. Böylece beyatıyla birlikte bundan böyle aralarındaki bağ Ebu Bekir-i Sıddıki bir teslimiyete dönüşecektir. Derken, Seyda Hz.leri ilerisinde kardeşinin halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir. Her ne kadar Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri olsa da büsbütünde destek verirken yanlızda sayılmazdı. Zira o yıllarda yine yanında en büyük yardımcısı kardeşi Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.leri hep var olmuştur. Hakeza Sultan Seyda Hz.leri babası Gavs Hz.lerinden sonra irşada başladığında, yine yanında en büyük yardımcısı olarak kardeşi olmuştur. Babası Gavs döneminden tek fark, sadece dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyor olmasıdır. Üstelikte tüm bunları yaparkende sırt kısmında nükseden dayanılmaz derecede ağrılarına rağmen yardımcı olmuştur. Her ne kadar Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını Şeyhi Sultan Seyda Hz.lerine belli etmemeye çalışsada, nereye kadar gizleyebilirdi ki, bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur, işte o zaman el mahkûm Ankara’da ameliyat olmaya razı olup böylece ağrıları dindirilmiş olur.
    Vakta ki, Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii ve medrese inşaatı, diğer yandan markad inşaatı, imar faaliyetleri, diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleridir. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyetlerini ziyaret etmek olacaktır. Yani, buralarda Sadatların kabr-i şeriflerini ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allah’ın beyti Kâbe’ye, Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malum, tüm bu ziyaretlerin akabinde ise dönüş yine Menzil’edir. Besbelli ki bu sıradan bir dönüş değildi, bilakis baba Gavs’ın ve kardeşi Sultan Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzil’i daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür bu. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden ilk iş markad ve camii inşaatına hız vermek olur. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Sultan Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Malum daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs-ı Blivanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı görülecektir. Elbette ki görünen köy kılavuz istemez, bütün yaptıkları her şey ortadaydı zaten. Baksanıza Seyda Hz.leri dönemindeki gibi tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık bir türlü dizginlenemiyordu. Yüzlerce, hatta binlerce kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyordu. Kaldı ki tek tek ya da onar onar verilmeye kalkışılsa ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeterdi. Hem kaldı ki şeritle tövbe verdiği halde yükü yine halen hafiflemiş sayılmazdı, zar zor namaz vaktine yetiştirebiliyordu. Vefatına yakın zamanlarda ise malum şeritte omuzlarındaki yükü kaldıramayınca yüksek bir yerden seslenerek şeritsiz toplu halde tevbe verilmeye başlanmıştır. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşıması asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendî Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur.
    Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz bir halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan Hatme-i Hacegan yaptırmakta, diğer yandanda tevbe vermekteydi. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez, her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekteydi. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan ahu figanımız ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz her halimizden besbelli olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. İşte görüyorsunuz bunun en bariz örneğini tüm sofilerin gözü önünde cerayan ederek şahit olduk. Üstüne üstük şahit olduğumuz dayanılmaz ağrısını Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanma ve puflanma hali, ne hayıflanma hali, ne de sızlanma hali olarak bize yansıtmadı. Zaten yansıtmaz da. Zira O’nun öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı vardı ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir O. Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da camiye tekerlekli sandalye ile teşriflerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise bel ağrıları öyle nükseder görünür bir hal alır ki, artık saklayamaz da. Mecburen namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Seyyid Muhammed Saki Hz.leri kıldırmak durumda kalır.
    Öyle anlaşılıyor ki, Ehl-i Beyt Gül nesli ne kadar çile çekse Yüce Allah’da ona göre ecirlerini daha da artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerine de pay edilip istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur.
    Evet, Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.leri için en son şunu diyebiliriz ki; O Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından vefatına dek camii, medrese, markad, tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok imar faaliyetlerine hız vermesiyle, yine vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını gibi bir dizi kültürel faaliyetlere mührünü vurmakla, keza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle ve en son demlerinde sesle tövbe veriyor olmanın yanısıra sofilerin eksiklklerinin giderilmesi noktasında da sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken bir Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanı olarak biliriz. Burada cümlenin sonuna dikkat ettiyseniz hizmetkâr dedik. Niye acaba derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, daha çok ekmeğin fırına verilip kızartılıyor olması, çok sayıda musluklardan su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi gibi olağan üstü gayretler hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten. İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar. Ve bu hizmetlerinin ardından halife olarak bıraktığı pırıl pırıl üç evladının yürüteceği irşad faaliyetleriylede Nakşibendi nisbeti daha da bir ivme kazanıp ümmetin hizmetine ram olunacaktır.
    Velhasıl-ı kelam, Gavsı Sani Abdulbaki Hz. lerinin makamı âlî ve ruhu şad olsun, evlatlarının ise irşad faliyetlerinde Yüce Allah (c,c) yâr ve yardımcıları olsun.
    Vesselam.
    Not: Bu yazı daha önce 1995-1996 yılları arasında Gündüz Gazetesinde ve 2023 yılın başlarında kitapyurdu.com adresi üzerinden KDY yayınlarından çıkan Medine’den Buhara’ya adlı eserde yayınlanmıştır. Kitabın kapak yazısında Medine’den Buhara’ya uzanan yürüyüş şöyle özetlenmiştir:
    Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v)’in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)’in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz. İsmail’in evlendiği Hale’den oğlu Kaydar’a geçer. Ancak, Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana bildirilir.” Bunun üzerine Kaydar emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.” O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire’ye intikal etmiş olur.
    Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu, zira gördüm ki, gök kapıları açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir…” Bu sözleri işittikten sonra hanımının yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi. Haml’de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar. Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)’in nuru Nebt’ten Adnan’a devr olunur.
    Adnan’ın alnından parlayan nuru şerif ise Maad’a geçer, Maad’dan Nizar’a devr olunur. Nizar’dan da Nebevi nur sırasıyla Mudar’a, İlyas’a, Müdrike’ye devr olunur. Derken Müdrike’den de sırasıyla Huzeyme’ye, Huzeyme’den Kinane’ye, Kinane’den Nadr’a geçer.
    Nadr’dan sonra ise nur sırasıyla:
    -Malik,
    – Fihr (Kureyş),
    -Galib,
    – Lüeyy,
    -Ka’b,
    -Mürre,
    – Kilab,
    -Kusay,
    -Abd-i Menaf (Muğire)’e geçerek devrolunur.
    Bu arada Mugire’nin iki oğlu daha olur. Ki; bu oğullardan biri Haşim’dir. Zira Nevfel ve Muttalib Resulullah (s.a.v)’in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından gelmiştir.
    Haşim herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki, bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu. Nitekim Rum Kayseri bu parlak yüzden dolayı kızını Haşim’e teklif eder, fakat kabul etmez. Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine bildirilen Selma Binti Ömer’le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır. Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam’a gidip, akabinde Gazze’de vefat eder etmesine ama sonuçta Selma’dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur’un dedesi olacak Abdülmuttalib’i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban dersek yeridir. Evet, O; Rasulullah (s.a.v)’in dedesidir. Haşim’in vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis seçip, Mekke’nin anahtarlarını ona teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur Abdullah’a devr olunur da. O’ndan da malum O nur asıl sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti etmesine ama o nur’a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye tabii oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey, tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan buyurduğu veçhiyle “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç tükenmeyecektir. Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah’ın hazinesi boldur. Öyle ya, peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah’a yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için vardır.
    Medine’den Buhara’ya
    Selim Gürbüzer

    Cevapla