Koltuklarımda ikişer karpuz…
80 li yıllarda Gerede’de bir güzel gelişme konaklama sektöründeydi. Kervan Otel, 3 yıldızlı Esentepe Otel, Konuk, Gerkonsan Misafirhanesi şehre gelenlerin konaklama ihtiyacını karşılayacak durumda idi.
Beni çok gururlandıran bir anıyı Hendek İmam Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak görev yaptığım sırada yaşamıştım. 1988’di galiba, Kız Meslek Lisesinin organize ettiği bir tiyatroda, gerçek bir morfinmanın oynadığı uyuşturucu bağımlılığını anlatan tek kişilik, çok çarpıcı bir oyunu seyretmiştim. Benim için asıl çarpıcılık oyuncunun son konuşmasıydı.
Seyirci ile tamamen dolu askeri baraka salonundaki oyun sonunda, uzun süren alkışlara ve ilgiye teşekkür eden oyuncu, “Size bir sitemim var.” demişti Hendeklilere. “Maalesef şehrinizde konaklanabilecek bir oteliniz yok. Ankara’dan gelirken uğramıştım, buraya yüz elli km. kadar mesafede, Bolu’nun ilçesi olan Gerede var. Gidip oradaki otelleri bir görün. Her şeyi ile o şehir misafir ağırlamayı biliyor.” Demişti. O anda sanki koltuklarıma ikişer karpuz sığmıştı. Bu sözler üzerine yanımdaki arkadaşlarım bana doğru mu bu? diye sorduklarında böbürlenerek tabi ki doğru demiştim. Memleketim Gerede beni sevinçle gururlandırıp mutlu etmişti.
Nimetin içindeyken kıymeti…
Sanayi sektöründeki teknolojik gelişmeyle beraber henüz çevre olgusu ile ilgili düşüncelerin olmaması, ilerde bizim için olumsuz şartları da beraberinde getirecekti. O zamanlar bunun farkında değildik, çünkü Gerede ve çevresi, tabii yapısında kirliliği hiç görmemişti. Hani ne derler “Nimetin içindeyken kıymeti bilinmez”.
Ulusu…
Yakın geçmişte birkaç arkadaş Av. Şeref’in bürosunda sohbet ediyoruz. Erdoğan, Av. İbrahim hafta sonu Aladağ’da on on beş kişilik bir grupla iftar yapmayı konuşuyorlar. Sonra aramıza Kadri ve Sabri katılıyor, Kadri İstanbul’dan gelmiş, kısa hasret giderme faslında geçmiş yılları anıyoruz. Laf balıkçılıktan açıldığında geçmişte Ulusu’da ki balık maceraları dile geliyor. Hepimiz de Ulusu’ya yaklaşık otuz yıldır balığa gitmediğimizi söylüyoruz. Otuz kırk yıl önceki Ulusu ve çevresinin güzelliği, buruk anılar olarak dile geliyor ve sanki Ulusu şimdi bizim rahmetli bir dostumuz gibi olmuş. Arıtma ve organize olmanın başlamış olması ortak teselli ve tamamlanması temennimiz oluyor. Bazen rahmetli M. Ali ve sağlıkla yaşasın arkadaşım Cemil’le o tertemiz sudan hiç ayrılmadığımızı hatırlar, hayıflanırım.
1989’da rahmetli Şahap Saraç’la “Deri İmalatı” konusunda bir röportaj yapmıştım. Şahap usta, geçmişte fazla olmayan deri imalatının tabii maddeler kullanılarak yapıldığını, ortaya çıkan az miktardaki deri atıklarının da sudaki organik canlılarla çözülüp tüketilerek zararsız hale geldiğini, bitkilerle de süzülmesiyle Ulus’ya kadar gidemediğini, çevre zararı görülmediğini, ama kimyasalların fazla kullanılmasında mutlaka arıtma yapılması gerektiğini anlatmıştı. Lakin şehrimizin vazgeçilmezlerinden olan deri sanayindeki kimyasallaşma sonu oluşan atık, zamanla artarak, şehrin içinden geçen Dayıoğlu Deresi ile birlikte Ulusu çayının içine yavaş yavaş giriyordu. Bu olay, suda yaşayan, faydalanan hayvan ve bitkilerin ölüm fermanı demekti. Dolayısıyla Geredeliler yedikleri balıktan, etten, sebze ve meyvelerden bu atıkları vücutlarına depolamaya başlamışlardı. Buna bir de son yıllarda deri sanayiden çok daha fazla kirliliğe sebep olan organize sanayi atıkları eklenince olayın ehemmiyeti iyice anlaşılır oldu. Tedbir organize ile birlikte, doğru arıtmaydı.
90’lı yılların sonuna doğru Gerede için iki önemli gelişme; “Organize Sanayi Bölgesi ve Deri Organize Sanayi ile Arıtma Tesisi”nin oluşması idi. Böylece Gerede ve çevre için çok önemli olan süreç yaşanmaya başlamış oldu.
Devam edecek…