Sanayi sektöründeki teknolojik gelişmeyle beraber çevre olgusu ile ilgili düşüncelerin olmaması, ilerde bizim için olumsuz şartları da beraberinde getirecekti. O zamanlar bunun farkında değildik, çünkü Gerede ve çevresi, doğal yapısında kirliliği hiç görmemişti. Hani ne derler “Nimetin içindeyken kıymeti bilinmez”.
İlçemizin vazgeçilmezlerinden olan deri sanayindeki kimyasallaşma, şehrin içinden geçen derenin ve bu derenin birleştiği Ulusu deresinin içine yavaş yavaş giriyordu. Bu, suda yaşayan, faydalanan hayvan ve bitkilerin ölüm fermanıydı, dolayısıyla Geredeliler yedikleri balıktan, etten, sebze ve meyvelerden bu atıkları vücutlarına depolamaya başlamışlardı. Buna bir de son yıllarda deri sanayiden çok daha fazla kirliliğe sebep olan organize atıkları eklenince olayın ehemmiyetini anlamaya başladık. Tedbir arıtmaydı. Ya da Hastanenin büyütülmesi gerekiyordu.
Geçenlerde birkaç arkadaş Şeref Sevinç’in bürosunda sohbet ediyoruz. Erdoğan Özçelik, İbrahim Conkar hafta sonu Aladağ’da on on beş kişilik bir grupla balık tutup, iftar yapma konusunu konuşuyorlar. Sonra aramıza Kadri ve Sabri Karagöz katılıyor, Kadri İstanbul’dan gelmiş, kısa hasret giderme faslında geçmiş yılları anıyoruz. Laf balıkçılıktan açılınca geçmişte Ulusu’daki balık avlarımız hatırlanıyor. Hepimiz de Ulusu’ya yaklaşık otuz yıldır balığa gitmediğimizi söylüyoruz. Otuz yıl önceki Ulusu ve çevresinin güzelliği buruk anılar olarak dile geliyor ve sanki Ulusu şimdi bizim için rahmetli bir dostumuz gibi.
Gerede Lisesinde görev yaptığım yıllarda öğrencilerime ödev olarak Gerede’nin ekolojik yapısı ve çevre kirliliği gözlemleri ile ilgili ödevler de verirdim. Benim çevre ile ilgili hassasiyetim öğrencilerimi iyi etkilemiş olmalı ki, hava kirliliği ile ilgili bir çevresel gözlemde bir kız öğrencim her sanayi kuruluşunun çevreyi kirleteceği düşüncesine kapılmış ve sanırım biraz da gözlemine destek olsun diye Gerkonsan’ın bacalarından çıkan dumanların da havayı kirlettiğini yazmıştı. Neden bacası olmayan bir fabrika olan Gerkonsan için bunu yazdığını sorduğumda uzak olduğu için Gerkonsan’a gidemediğini, ama oranın da fabrika olması nedeniyle bacasından duman çıkabileceğini düşündüğünü söylediğinde birlikte gülmüştük. Evet sanayileşme yanında problem olarak çevre kirliliğini de getiriyordu. Bu bilinci oluşturarak tedbir alabilecek elemanlar yetiştirmek bizim görevlerimizdendi. Ülke olarak bunda tamamen başarılı olduğumuzu söyleyebilmek çok zor. Ancak günümüzdeki son gelişmeler ve AB, bazı kafaların biraz daha fazla düşünmesini sağlamış görünüyor.
Seri yazımın 4. bölümünde;
“Bu milletin hayalleri engellenmeyip, uyarılsaydı zekâsı neler icat etmezdi ki?” diye geçmişteki eğitim sistemine serzenişte bulunmuştum. Çok doğruydu. Çok kısıtlı imkanlarda okumaya çalışan Anadolu çocukları, köylerden okula sıcakta, soğukta yürüyerek gelen, kendisine gelecek emanet edilecek olan nesil, sistem tarafından tek yönlü ve ezbere dayalı yetiştirilmemiş olsaydı, savaş yıllarından sonra çok kısa sürede Türkiye’nin yeniden dünya devi olması çok muhtemeldi ki bugün geçmişteki çarkın dişlileri arasındaki hatalı imalatlar, memleket evlatlarına yeni ufuklar açabiliyorlar.
O zamanlar orta öğretim öğrencisi iken bizlere şapka giydirip, tek tip nesil yetiştirmeyi planlayanlar, şapkayla asker selamı vermeyi öğretmişlerdi. Önü beyaz şeritli dar veya geniş şemsiperli lacivert şapkalarımızla, bazılarımızın yamalı da olsa takım elbiselerimizle tam bir okulluyduk. Sisteme göre şekil güzeldi, ama tek tip hayallerin özgürlüğünü kısıtlanıyordu. Hâlbuki Avrupa bu tür saplantıların dışında bireyler yetiştirip kendi milleti için yeni ufuklar açıyordu. Bizler de çok iyi selam çakıyorduk vesselam.
Devam edecek…