Sanmayasın ki; aşk akıl işidir. Gül ise her gönlün mürşididir. Kimini kokusuyla şad eder, kimini de dikeniyle irşad eder. (Şems-i Tebrizi)
Yüreğini açmak, insan veçhesi için çetin görünen bir yoldur. Kesinlik ve bilinebilirlik taşlarıyla döşenmemiştir. Bu yol ileriye doğru giden bir yol değildir. Doğrusal değil, çok boyutludur. Kuralları kendinin koyduğu ve zihin tarafından bilinemeyecek olan dinamiklerin devreye girdiği bir alandır. Sadeliğin, güvenin, koşulsuz sevginin ve kendinin tüm parçalarını kucakladığın bir oluş halidir. Katı zihnin ayrıcalık zemininden, kalbin ve sezgilerin rehberliğine geçiştir. Görece bir aktivite çabasının yerini, izin veriş ve karar verme alır. Şems ve Mevlana birbirlerine yüreğini açmıştır;
Hikâyemiz Hz Şems’in hocası yetiştirdiği her birisi mükemmel mânâ talebesi olan müritlerine “Diyâr-ı Rum’da Celâlettin isminde bir zatın irşad edilmesi murad edildi. “Hanginiz talipsiniz?” demesi ile başladı. Hz Şems sağ elini kalbinin üzerine koyarak, boynunu sola doğru eğerek sustu, talibim kelimesini bile söylemedi. Hocası, “sen anladın, bu işin sonunda başını vermek var” dedi.
Şems, Hz Mevlâna’nın Şam’da ders verdiğini öğrenerek Şam’a gitti. O sırada da Hz Mevlâna’nın hocası “Senin artık hadis sahasında öğreneceğin hiçbir şey kalmadı” diyordu. Hz Mevlâna atıyla şehrin dışında giderken, başı koyu renk bir örtüyle örtülmüş esmer bir adam Mevlâna’nın önünde durarak, “Sen her şeyi biliyormuşsun, öyle ise benim de kim olduğu bil” dedi ve çekti gitti. Hz Mevlâna dondu kaldı. “Ben, bana öğretilen şeyleri biliyorum, bir insanın kim olduğunu nasıl bilebilirim” diye düşündü
Hz Şems, ilk mesajını vermişti. “Mânâ âlemine geçersen her şeyi bilirsin” demek istemişti
Şems’in gelişi Mevlana’nın dünyasını alt üst etmiş ve onu bir gönül adamı yapmıştır. Şems, Mevlana’daki deha ateşini büsbütün tutuşturdu, Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken, müritler arasında kıskançlık hakaret ve iftira baş göstermiştir. Söylentilerin giderek artmasının devamında, Şems Konya’dan ayrılarak, Şam’a gitmiş. Bu ayrılık sonucunda halk, Mevlana’nın eskisi gibi kendilerine yöneleceğini düşünsellerde, beklediklerinin aksine, Mevlana daha da içeriye kapanmış, iyice kopmuştur. Mevlana’nın bu halini gören halk, yaptıklarından pişman halde kendisinden özür dilemişlerdir.
Şems ve Mevlana, içinde dalgalar koparan bir barajın kapaklarını açmış, Allah aşkıyla yanıp tutuşmuş, madde dünyasından çıkıp, manevi dünyaya taşınmış, gerçek aşkın ne olduğunu anlamıştır. Onlar iki ayrı bedende tek bir ruh olmuş, birbirlerini tamamlamışlardır.
Mevlana’nın Şems’e bağlılığı bu son gelişte daha da artmıştır. Öylesine kaynaşmışlardır ki, artık ayrılık mümkün görünmemektedir. Şems, himmet ve teveccühleriyle Mevlana’yı daha da olgunlaştırmış aşk ateşiyle pişirip Hakk’a vuslatı sağlamıştır. Bu arada Şems’i sevmeyenler de her fırsatta muhalefete, hakaret, iftira ve düşmanlık dolu hareketlere yönelirler.
Şems ile Mevlana, sohbet ve irşadın son merhalelerini, en güzel dönemlerini yaşarken onlar da dışarda kaynamaya, taşkınlık etmeye başlarlar. Artık Mevlana, istenen mertebeye gelmiş Şems’in irşad vazifesi tamamlanmış, daha önce kendisine bildirilen hüküm gereğince başını feda etme zamanı gelmiştir.
Hanımı Kimya Hatun da rahatsızlanıp vefat etmiştir. Bu haberin şehre yayılmasından sonra onu ne pahasına olursa olsun uzaklaştırmak ve Mevlana’yı elinden kurtarmak(!) isteyenler bir plan kurup bu iş için yedi kişi seçerler.
Bölüm II:
1247 yılının Aralık ayında, Yedi kişi medresenin avlusunda pusuya yatar. Bir derviş kapıdan seslenerek Şems Hazretlerini dışarı çağırır. Şems derhal yerinden kalkıp çıkarken Mevlana’ya:
“Görüyormusun beni dönüşü olmayan bir davetle dışarıya çağırıyorlar!” diyerek vedalaşıp çıkar.
Sonra bir “Allah “ feryadı yankılanır gecede…
Kapı açıldığında ise, ortalıkta kimseler yoktur.
Sadece birkaç damla kan lekesi görülür yerde…
Başka da bir iz bulunamaz.
Bu son ayrılıktır. Mevlana yine aylarca süren bekleyişe, coşkun bir aşk ve cezbe halinde aylarca gözyaşı döker gazeller söyler, her gelenden onu sorar, yalan haber getirenlere bile üstünde ne varsa verir, doğru haberi verene canını teslim edeceğini söyleyerek diyar diyar gezip aramaya başlar. Ama onu maddeten olmasa da manen kendinde bulduğunu şu dizelerle dile getirir:
“Beden bakımından ondan uzağız ama; Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz; İster o’nu gör, ister beni. Ey arayan kişi, ben o’yum, o da ben” demiştir
Mevlâna Şems’te “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Allah(cc)’ın nurlarını” görmüştü.. Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkubi ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebriz’inin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 pazar günü Hakk’ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını vasiyeti üzerine Sadreddin Konevi kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevi çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Siraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine, yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız! Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” demiştir.
Sonuç Olarak bu hikâyeden almamız gerekenler:
Akıllı, bilinç sahibi hakiki kişi, daima başkasını düşünür. Değerbilirlik şarttır. İnsanın insana saygısı ibadetlerin en kutsalıdır. İnsana saygı Allah’a saygı; insana hizmet Allah’a hizmettir. Bu saygıyı ve sevgiyi Mevlâna Odağında bulunan Türkiye, Dünya İnsanlığını birleşip bütünleştirerek gerçekleştirecektir.
Sahiplenme duygusundan uzak, sevmenin, sevilmenin tadına varmalıyız. Yapılmamış davranışlar, söylenmemiş sözler ile kendi kendine aşk çıkmazında kaybedeceğimize, hiç beklenmeyen bir söz ile mutlu olup, beklentisiz sevinmeliyiz. Niye aranmadım diye, kendi kendimizi yiyeceğimize, hiç beklenmedik bir anda “seni özledim” mesajı iletmeliyiz.
Bize öğretilenleri, kendimizi tanımladığımız kimlikleri, bizi sınırlayan, bize ağırlık yapan, doğru nefes almamızı engelleyen korkularımızı, ardımızda bırakmalıyız. Kendimizi yaşam nehrinin akışkan, dönüştürücü, kabul edici enginliğine bırakmalıyız. Suyun içine girdiğimizde, rahatlamak yerine çırpınırsak, bu sadece su yutmamıza neden olur. Suyun tüm veçheleriyle; akarsuyla, nehirle, gölle, denizle ve okyanusla bir olmalıyız; bütün olmalı ve onunla birlikte akmalıyız.